08 Haziran, 2010

05 Haziran, 2010

24 Nisan, 2010

TDK’NİN “YAZIM KILAVUZU”NA GENEL BAKIŞ



Yazım Kılavuzu’na Genel Bakış




TDK Başkanı Prof. Dr. Sayın Şükrü Halûk Akalın’la 16 Haziran 2005’te ilk kez görüştüğümde, TDK’nin o güne kadarki yanlış uygulamaları ve yazım kurallarına ilişkin düzenlemelerini eleştiren birçok yazı yayınlamış, bunların çoğunu TDK’ye de yollamıştım

(Bkz.http://www.fokada.com/Default.asp?sayfa=10&id=247, http://www.fokada.com/Default.asp?sayfa=10&id=247 http://www.fokada.com/Default.asp?sayfa=10&id=250 http://www.fokada.com/Default.asp?sayfa=10&id=234

http://www.fokada.com/Default.asp?sayfa=10&id=222 ). Başkanın makam odasında bir saatten fazla sohbet etme olanağı bulmuştum. Sayın Başkan’ın TDK’ye yönelik sert eleştirilere hoşgörülü ve makul yaklaşımı doğrusu çok hoşuma gitmiş ve bunu görüşme sonrasında yayımladığım bir yazımda da belirtmiştim. (bkz. http://www.fokada.com/Default.asp?sayfa=10&id=251 ) Sayın Başkan, bana 2005 Eylül ayında, “Yazım Kılavuzu”nun yapılacak yeni baskısında son eleştiriler göz önüne alınarak pek çok düzeltmenin yapılacağını belirtmişti.

Gerçekten yeni 2005 baskısını gözden geçirdiğimizde bu konuda pek çok olumlu adımın atıldığını görmekteyiz. Ama yapılan değişikliklerin doyurucu olmaktan hâlâ uzak olduğu da açıktı.

TDK’nin hazırladığı Yazım Kılavuzu’nun 2008 baskısını merak edenlere işte birkaç not:



OLUMLU DÜŞÜNCELER:



1) Yazım Kılavuzu’nun başına eklenen “Sunuş” yazısı, bizdeki “Yazım Kılavuzu” tarihçesini samimi ve yansız bir dille aktardığı için TDK’ye ve Sayın Başkan’a teşekkür ediyorum.

Türkçenin en önemli sorunlarından biri elbette yazımdaki karışıklıktır. Bir türlü önüne geçilemeyen bu sorunun temel nedenlerinden biri, “Sunuş” yazısında da belirtildiği gibi TDK’nin bir süre önce izlediği yanlış politikalarsa, bir başka nedeni de ticari amaçlı “Yazım Kılavuzları” ve eğitim-öğretime dönük özel yayınlardır. Bu konuda da daha önce MEB ve TDK’ye açık çağrıda bulunarak yasal yolların ve bilimsel denetleme yönteminin kullanılması gerektiğini belirtmiştim. () Çünkü piyasadaki kitaplarda yer alan yanlışların on binlere, yüz binlere ulaştığı açıktı. Neredeyse kitap çıkaran her insan, hemen hemen her konuda kişisel bulgularını, geçerli tek doğru ilan ediyordu. Denetim taraftarı olduğum için değil; ama en kötü denetimin, denetimsizlikten iyi olacağına inandığım için söyledim bunu. Yazım bunalımından çıkmanın, o bunalımı hafifletmenin en sağlıklı yol olduğuna inanıyordum çünkü. Yazım Kılavuzu’nun “Sunuş” yazısında: “Ülkemizde yazım kılavuzu hazırlamak ve yayımlamak görevi, Anayasa’nın 134. maddesine dayalı olarak çıkarılan 2876 sayılı yasanın 37. maddesinin b fıkrasıyla Türk Dil Kurumuna verilmiştir.” denmektedir.



2) “Sunuş” bölümünde herkesin yüreğine su serpecek bir özeleştiriye değinmeden ve bu samimi yaklaşımından dolayı TDK’ye teşekkür etmeden geçemeyeceğim. Sayın Başkan diyor ki: “… 1985 baskılı İmlâ Kılavuzu, olumsuzlukları gideremediği gibi yazımda yeni tartışmalara da yol açmıştır.” Hata yapıldığını kabul ettiğine göre, Sayın Başkanı ve TDK’yi alkışlamak gerekir. Yine de gönlümüzden geçen düşünce şudur: Keşke o büyük hatalar yapılmasaydı.

Yine aynı yazıda şöyle bir ifade dikkatimizi çekmektedir: “Dil birliğinin sağlanması için öncelikle yazımda birliğin sağlanması gerektiği düşüncesinden yola çıkılarak birleştirici bir kılavuz hazırlanması için çaba harcanmıştır.”



3) “Konservatuvar, laboratuar, repertuvar, tretuvar,tuval,tuvalet” sözcüklerindeki yerleşmiş “v”li yazım biçimini benimsemeniz birleştirici bir yaklaşımdır.



4) Yeni “Yazım Kılavuzu”nun herkesin kılavuzu olma yolunda olduğunu sevinçle görmekteyim. Yazım Kılavuzu’nda “hane” ve “ev” sözcükleriyle birleşen “dershane, hastane, postane, pastane, eczane; öğretmenevi, orduevi, aşevi, gözlemevi, orduevi, huzurevi, konukevi, basımevi, kitabevi” yazımları, zaten toplumun yıllardır benimseyip kullandığı yazım biçimleri olduğundan bu yazımları TDK’nin bir kez daha benimsediğini görmüş olmak doğrusu sevindirici. Çünkü bu konuyu 2005 yazındaki görüşmemizde, makam odasında Sayın Başkanla uzun uzun konuştuk ve TDK’yi bu eski yanlışından dolayı eleştirmiştim. TDK’nin kararını aldığı bu olumlu değişiklik kararını o görüşmeden çıkar çıkmaz yazdığım bir yazıyla kamuoyuna duyurmuştum.



5) “Alt”, “üst” ve “üzeri” sözcükleriyle kurulan bileşik sözcüklerin bitişik yazımının benimsendiğini görmekteyiz: “akşamüstü, ayaküstü, baş üstüne, gerçeküstü, olağanüstü, suçüstü, yüzüstü; akşamüzeri, öğleüzeri, ayaküzeri; bilinçaltı, gözaltı, şuuraltı, ayakaltı…”



6) “Ağaçkakan,cankurtaran, oyunbozan, gökdelen, saçkıran, yelkovan, yolgeçen, çöpçatan, dalgakıran; akımtoplar, altıpatlar, barışsever, bilgisayar,dilsever, uçaksavar, füzeatar, yurtsever; hacıyatmaz, kadirbilmez, kuşkonmaz, külyutmaz, tanrıtanımaz, varyemez; çıtkırıldım, fırdöndü, hünkârbeğendi, imambayıldı, külbastı, mirasyedi, papazkaçtı, şıpsevdi, zıpçıktı, dedikodu, kaptıkaçtı, oldubitti,; biçerdöver, göçerkonar, konargöçer, okuryazar, uyurgezer, yanardöner; kaçgöç, örtbas, veryansın, yapboz, gelgit, yazboz (tahtası), gelgit” gibi bileşik sözcüklerin bitişik yazımının bu kılavuzda benimsenmiş olması da aynı güzelliktedir.

OLUMSUZ DÜŞÜNCELER:



7) 1987’ye kadar “Hıristiyan” diye yazılan, toplumca benimsenen bu sözcüğün yazımının ısrarla aslına benzetilmeye çalışılması çok şık bir tavır olmamıştır. Eğitim-öğretimle ilgili, geçmişteki değişik yayınlara, ÖSS sorularına, gazete ve dergi yazılarına göz atıldığı takdirde, söylediklerimizin doğruluğu ortaya çıkacaktır.



8) Yazım Kılavuzu’nun 28. sayfasının 8. maddesinde diyorsunuz ki: “Dış, iç, öte, sıra sözleriyle oluşturulan birleşik kelime ve terimler ayrı yazılır: ahlak dışı, çağ dışı, yasa dışı; hafta içi, yurt içi; fizik ötesi, mor ötesi, sınır ötesi; aklı sıra, ardı sıra, yanı sıra, peşi sıra…

Ne yalan söyleyelim, “sıra” sözcüğüyle kurulanları bir yana koyarsak, geriye kalan bütün sözcüklerin bu yazımını yadırgamamak olanaksız. Bunlar üzerinde birlikte bir kez daha düşünmekte yarar var. Genel yayın taraması yapılarak bu karar gözden geçirilebilir diye düşünüyorum.



9) İyi dilek bildirmekte kullanılan “sağol” sözcüğünün yerleşmiş bitişik yazıma rağmen “sağ ol” biçiminde yazılması da eleştirilebilecek noktalardandır.



10) Yeni “Yazım Kılavuzu”na göre “bilinçaltı, şuuraltı” gibi sözcükler bitişik; “köprü altı” ayrı yazılacak. Yani yazılarımızda “İnsanın bilinçaltı gerçeği, şuuraltı etkinliği” diyebiriz de “köprüaltı çocukları” demeyeceğiz. “Köprü altı çocukları” diye söz edeceğiz.



11) Şimdi gelelim TDK’nin bence en çok tartışılması gereken yazım kuralına. Kurum, diyor ki: “Kurum, kuruluş ve kurul adlarının her kelimesi büyük harfle başlar: Türk Dil Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Milli Kütüphane, Atatürk Orman Çiftliği Çankaya Lisesi, Yeşilay Derneği, Muharip Gaziler Derneği, Danışma Kurulu, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.”

Bu maddedeki “Danışma Kurulu”, “Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü” ifadeleri ayakları havada kalan ve temeli hiçbir zaman doldurulamayacak olan tartışmalı örnekler olarak kalacaktır. Neden mi? Bir kere bu ifadelerin özel isim olma özelliği yoktur; çünkü hangi kurum ya da kuruluşun “danışma kurulu”ndan veya hangi üniversitenin “Türk dili ve edebiyatı bölümünden söz edildiği belli değildir. Oysa ifade şöyle olsaydı bunları büyük harfle yazabilirdik: Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu bir öğretmenim var.” ya da: “Adana Yeni Sistem Dershanesi Danışma Kurulu oluşturuldu.” derdik.

“Türk Dil Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Milli Kütüphane, Atatürk Orman Çiftliği Çankaya Lisesi, Yeşilay Derneği, Muharip Gaziler Derneği” örneklerine hiçbir itirazımız yok. Ancak Son iki örnekte yer alan “Danışma Kurulu, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.” gibi örnekler çok kafa karıştıracağa benziyor. Özel ad niteliği taşımayan ve belli bir yeri işaret etmeyen bu adlar neden büyük harfle yazılmaktadır? Örneğin “TDK Yürütme Kurulu”, Özel Gündoğdu Koleji Yönetim Kurulu, Dokuz Eylül Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Çukurova Üniversitesi Biyoloji Bölümü…” dense tamamdır. Ama böyle bir durum yok. İşte 2010 YGS sorusunda geçen : “1969 yılında Güzel Sanatlar Akademisini bitirdim.” yanıltıcı ifadesi de bu çelişkili mantığın ürünüdür. Bu yazım yanlışının bir an önce düzeltilmesinde yarar var. Aksi takdirde “ilköğretim okulu, lise, üniversite, yüksekokul, akademi, eğitim fakültesi, hukuk bölümü, kimya bölümü, sergi komitesi, jüri üyeleri, reklam departmanı, bölge temsilciliği, gazete bayiliği, okul yönetimi” gibi pek çok tür adının karışıklığa yol açacağı ortadadır. Bu nedenle Yazım Kılavuzu’nda yer alan: “Kurum, kuruluş ve kurul adlarının her kelimesi büyük harfle başlar.” ifadesinin en kısa zamanda açıklığa kavuşturularak: ”Özel ad niteliği taşıyan Kurum, kuruluş ve kurul adlarının her kelimesi büyük harfle başlar.” biçimine dönüştürülmesi gerekmektedir.



12) TDK yetkililerinin bugüne kadar yazımda yaptığı yanlışlardan biri de bence “unsur, eleman” anlamına gelen ve on yıllardır “öğe” biçiminde yazı dilimizde kullanılan sözcüğün söz konusu kılavuzda yer almamasıdır. Son baskıda da -bilinçli ya da bilinçsiz- buna yer verilmediğine göre, kimi öğretmenlerimiz, okullarda bunu “öge”, kimi de benim gibi “öğe” diye öğretmeye devam edecektir. Yerleşmiş yazım kurallarıyla oynamak, yalnızca karışıklık nedenidir. Tehlikeli oyunlardır. Şu anki kılavuzu hazırlayanlar da dahil herkes, okulda bu sözcüğü “öğe” biçiminde öğrenmişken bunu değiştirmeye kalkmak cinayettir. ÖSS sorularına ve eğitim yayınlarında buna ilişkin bir tarama yapılması yeterlidir.



13) “Kısaltmaların Yazımı” başlığı altında yer alan kimi düşüncelerin de gözden geçirilmesi gerekmektedir. Burada kısaltmalarla ilgili belirli bir kural konmamış, kuralı ortaya koyanların benimsediği ve kendi içinde çelişen bir yazım biçimi benimsenmiştir. Kısacası bu konu, bir oldubittiye getirilmiştir.

50. sayfada 3. maddede: “Kuruluş, kitap, dergi ve yön adlarıyla element ve ölçülerin dışında kalan kelime veya kelime gruplarının kısaltılmasında, İLK HARFLE BİRLİKTE KELİMEYİ OLUŞTURAN TEMEL HARFLER dikkate alınır.” ifadesi yer almaktadır. Bu alıntıda geçen “temel harfler” sözü herkesin uzlaşabileceği açık bir ifade midir acaba? “Kelimeyi oluşturan temel harfler”den amaçlanan nedir? Bir yazım kılavuzunda böyle ucu bucağı belirsiz ifade olur mu?

TDK, buna ilişkin kısaltma örnekleri verirken :”Alm. (Almanca) , İng. (İngilizce), Kocatepe Mah. (mahalle), Güniz Sok. (sokak) fiz.(fizik), kim.(kimya)” gibi kısaltma örneklerinde ilk üç harfi alarak kısaltma yoluna gitmiş; ancak ileriki örneklere baktığınızda “Dr. (doktor), Prof. (profesör), Av.(avukat), is. (isim), sf.(sıfat), hzl.(hazırlayan), çev.(çeviren), ed.(edebiyat, editör), “ gibi belirli bir ölçütü olmayan örneklere de yer vermektedir.

Yazım kılavuzu, bir dilin yazım birliğini sağlamaya dönük kurallar bütünüdür. Bu nedenle ortaya konulan kuralların anlaşılır ve kesinliği olmasına dikkat edilmelidir.



14) Kitabın 19. sayfasında 15. sayfasında : “Kurultay, bilgi şöleni, açık oturum vb. toplantıların adlarında yer alan her kelime büyük harfle başlar: V: Uluslararası Türk Dili Kurultayı, Manas Bilgi Şöleni…” TDK, bu kuralı koyduktan hemen sonra kitabın 20. sayfasında 18. maddenin ç bendine örnek verirken “Lale festivali 25 Haziranda başlayacak.” örneğini verirken bu kurala ters düşerek “Lale Festivali” biçiminde yazılması gereken adı yanlış yazmıştır.



15) TDK, bütün yazılarımıza ve uyarılarımıza karşın, son yıllarda dilimize gelip yerleşen ve TDK’nin ihmali sonucu yazım kargaşasına neden olan “chat, mail, nick, “ gibi teknoloji ürünü sözcüklerin yazımına ilişkin bir politika üretmekten ısrarla kaçınıyor. Bunlardan kaçarak sorun çözülemeyeceğine göre, toplumda da bu sözcükler yaygın biçimde yanlış kullanıldığına göre tutulacak yol, yerleşmiş yazım kurallarına uyarak bunları söylendiği gibi “çet, meyl, nik” biçiminde yazmayı önermektir. Bu konuda çok geç kalınsa da zararın neresinden dönülürse kârdır. Yanlışta ısrar olmaz.



16) Yazım Kılavuzu’nda anlatımda savrukluk ve özensizlik örnekleri çoktur. Bu ifadeleri daha iyi anlamak için iki maddeyi örnek vermekte yarar var. Kitabın 22. sayfasında 6. maddede şöyle denmektedir: “-an/-en, -r/-ar/-er/-ır/-ir, -maz/-mez ve –mış/-miş sıfat-fiil eklerinin kalıplaşmasıyla oluşan birleşik kelimeler bitişik yazılır: ağaçkakan, alaybozan, cankurtaran, çöpçatan, dalgakıran,filizkıran, gökdelen,oyunbozan…”

Aynı kitabın 27. sayfasının 3. maddesinde de deniyor ki: “-r/-ar/-er, -maz/-mez ve –an/-en sıfat-fiil ekleriyle kurulan sıfat tamlaması yapısındaki birleşik kelimeler ayrı yazılır: bakar kör, çalar saat, çıkar yol, güler yüz, koşar adım, yazar kasa, çıkmaz sokak, uçan daire…”

Bu iki açıklama arasındaki tek fark, ikincilerin “sıfat tamlaması” biçiminde kurulmuş olmasıdır.

Bu kural yüzünden on yıllardır bitişik yazımı benimsenen ve tür kayması yoluyla oluşan “uçandaire (ufo), yakartop(oyun adı)” gibi sözcükler yeni bir yazım karışıklığına neden olacaktır.



17) “Yabancı Özel Adların Yazılışı” bölümünde sözcüklerin kökenleri çok ayrıntılı açıklanarak kafa karışıklığı yaratılmaktadır. Oysa yazım kılavuzları, bir dilin olabildiğince açık ve kısa anlatımlı dil kurallarını içermelidir ki herkesçe anlaşılabilsin. TDK’nin Yazım Kılavuzu’nda “Arapça-Farsça”, “Latince”, “Yunanca”, ”Rusça”, “Çince ve Japonca” adların yazılışı ayrı ayrı maddelerle açıklanarak kılavuz, gereksiz ayrıntılara boğulmuştur.

Bu konudaki önerimiz şudur: A) Latince Kökenli Adların Yazımı, B) Latince Kökenli Olmayan Adların Yazımı.





Noktalamayla İlgili Eleştiriler



18) Kitabın 20. sayfasında “Uyarı” bölümünde verilen “Özel adlar yerine kullanılan ‘o’ zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz.” kuralı, “Kesme İşareti” başlığı altındaki bir “Uyarı”da 46. sayfada gereksiz yere tekrarlanmaktadır.



19) “Virgül” başlığı altında 8. maddede “Konuşma çizgisinden önce konur.” denmiş ve örnek olarak da:

“Bahçe kapısını açtı, Sermet Bey’e,

–Bu anahtar köşkü de açar, dedi.”

Ömer Seyfettin’den alınan bu örnek, Ömer Seyfettin’den günümüze kadar değişmeden mi gelmiştir? Son yılların edebiyat kitaplarında böyle kullanılmakta mıdır virgül acaba? TDK’nin bence asıl sorunu buradadır. Dilde tutuculuğu benimsemek, dilde doğruluğu yakalamak değildir. Önce buna inanmak gerek. Çünkü dille uğraşan herkes iyi bilir ki dil, birileri istedi diye değişmez ama, değişince birileri istedi diye de yerinde durmaz. Burada TDK yetkililerine “Dil, canlı bir organizmadır.” sözünü bir kez daha anımsatmakta yarar var.



Normalde bu tür alıntılarda konuşma çizgisinden önce iki nokta konmalıdır. Bu noktadan hareketle merak edip iki nokta(:)nın kullanımına bakıyorsunuz, iki noktanın bu kullanımına yer verilmediği gibi alıntıların tırnak içinde verildiği cümlelerde kullanılması gerektiğine ilişkin en ufak bir açıklamaya da kılavuzda yer verilmemiştir. Son derece yaygın olan bu kullanımı TDK’nin fark etmemiş olması talihsizliktir. Eğer TDK yetkilileri, iki noktanın kullanımına ilişkin bilgileri hazırlarken ÖSS sorularına bakmış olsalardı pek çok soruyla karşılaşacaklardı. Demek ki onlar değişen ve gelişen günümüzün dilinden çok eski örneklere saplanıp kalmayı tercih etmektedirler. Belki de en büyük eksiklikleri budur. Oysa TDK’nin görevi eski yazım kurallarını ortaya çıkarmak değil, günümüzün yazım yanlışlarına etkin çözümler üretmektir.



19) 19) Nokta” başlığı altında hem yukarıda az önce açıkladığımız maddeyle çelişen bir yazım örneği görmekteyiz hem de hatalı bir örnek verilmiştir. Yazım Kılavuzu’nu hazırlayan TDK, 1. maddede diyor ki: “Kendisinden sonra örnek verilecek cümlenin sonuna konur:



–Buğdayla arpadan başka ne biter bu topraklarda?

Ziraatçı sayar:

–Yulaf, pancar, zerzevat, tütün…”



Allahaşkına örneğe dikkat edelim. Gerçekten açıklamayla örtüşüyor mu? Yani iki noktadan sonra örnek mi verilmiş yoksa alıntı mı yapılmıştır? Bir yazım kılavuzunda bunları normal karşılamaya olanak yoktur. Örnekleri, açıklamalarıyla örtüşmüyorsa o yazım kılavuzu inandırıcılığını baştan kaybeder.



Bu örnek, Yazım Kılavuzu’nun 34. sayfasının 8. maddesindeki “(Virgül), konuşma çizgisinden önce konur.” kuralıyla da çelişmektedir. Karşılıklı konuşmadan alınan bu söz, düpedüz bir alıntıdır. Bize göre burada iki nokta kullanılması son derece doğrudur ama TDK, bunu onaylamadığı halde kendi içinde çelişkiye düşmektedir. Sorun buradadır.



20) Kitabın 38. sayfasında 5. maddede iki noktanın kullanımı açıklanırken aynen şöyle denmektedir: “Genel Ağ adreslerinde kullanılır: http://tdk.org.tr” İnsaf artık insaf!..Nasıl olur da sıradan bir terim olan “Genel Ağ” özel ad gibi yazılır? Pes doğrusu! Bunu da TDK kurum ya da kuruluş adı diye mi açıklayacaktır acaba?

Kısaca belirtmek gerekirse, TDK’nin attığı olumlu adımlar sevindirici. Fakat bu hâliyle Yazım Kılavuzu baş ağrıtmaya devam edeceğe benziyor. Yeni baskılarda, karmaşaya yol açacak belirsiz ifadelerin ayıklandığı, yerleşmiş yazım kurallarının benimsendiği, çağdaş teknolojik terimlerin de yer aldığı ve doğru yazımlarla dolu bir Yazım Kılavuzu görmek en büyük dileğimizdir.



21) “Uzun Çizgi” başlığı altında: “Yazıda satır başına alınan konuşmaları göstermek için kullanılır. Buna ‘konuşma çizgisi’ de denir.” (s.42)dendikten sonra şöyle bir örnek verilmektedir:

“Dedi:

- Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”

Görüyorsunuz değil mi çelişkiyi konuşma çizgisinden önce iki nokta kullanılmış.

Bu sayfadan sonraki sayfada, yani 43. sayfada bu kez “Tırnak İşareti” başlığı altındaki açıklamayı izliyoruz:

Başka bir kimseden veya yazıdan olduğu gibi aktarılan sözler tırnak içine alınır:

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin ön cephesinde Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” vecizesi yer almaktadır. Ulu önderin “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü her Türk’ü duygulandırır.

Bu iki örnekte de görüldüğü gibi TDK, tırnak içine alınmış alıntılardan önce iki noktayı kullanma taraftarı da değildir, onlara göre iki noktanın böyle bir işlevi de yoktur. Oh ne güzel! İşimize geldiği gibi yazalım olsun bitsin. Nereden çıktı bu, demeyin. Aynı kılavuzda, aynı sayfada, hatta bu örneklerden sonra bir örnek daha var. Ona bakarsak neden böyle dediğim anlaşılacaktır. İşte örnek:

Bakınız, şair vatanı ne güzel tarif ediyor:

“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.

Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”

Alın size iki nokta kullanımı… Kim demiş tırnak içine alınmış alıntılardan önce iki nokta konmaz diye? Kafanız karışmadı mı bu çelişkili örneklerden? Benim başım döndü gerçekten. Tek kelimeyle üzücü. Bunca yıldır TDK hâlâ kendine bir çekidüzen veremedi. Hâlâ toplumunun kırdığı gönlünü kazanmayı hak edecek düzeye gelemedi. İşte asıl üzücü taraf bu.



22) Değinilmesi gereken pek çok şey var daha ama son bir maddeye değinip geçelim. Yazım Kılavuzu’nun “Kısaltmalar” bölümünde 1. maddenin sonunda bir açıklama dikkat çekmektedir:

“Gelenekleşmiş olan T.C (Türkiye Cumhuriyeti) ve T. (Türkçe) kısaltmalarının dışında büyük harfle yapılan kısaltmalarda nokta kullanılmaz.” Kitabın ”Kısaltmalar Dizini” bölümüne merak edip bakıyorum acaba sözlüklerde yer alan dil adlarını nasıl kısaltmışlar diye. 54. sayfada Ar. (Arapça), Asb. (Astsubay), Atğm. (Asteğmen); 55. sayfada Av.(Avukat), Bçvş. (Başçavuş), Bl. (Bölük); 57. sayfada Cum. Bşk. (Cumhurbaşkanı), Doç.(Doçent); 59. sayfada Far. (Farsça), Erm. (Ermenice); 60. sayfada Fr. (Fransızca) örnekleri uzayıp gidiyor. Kendisiyle çelişen böylesi düşüncelerin çok olduğu bir kılavuz, değil topluma, hazırlayıcılarına bile yol gösterici olamaz.

Sonuç:

Sınava giren ilköğretim ve lise öğrenci sayılarının üç milyonu bulduğu bir ülkede, aileleri de katarsak yaklaşık on milyon insanın yaşamını ve geleceğini yakından ilgilendiren sınav gerçeğinin yaşandığı bir yerde “yazım kuralları”yla bu kadar rahat oynanamaz. Bu sınavlarda bir puanlık dilim aralığında ortalama 12.000 kişinin bulunabildiği varsayılırsa öğrencilerin hayatıyla sürekli oyun oynandığı sonucuna varılır ki bu da bir cinayettir. Sınav sorularını hazırlayan gerek MEB ve gerekse ÖSYM, bu konuda duyarlı olmalı ve oturmamış yazım kurallarından ısrarla kaçınmalıdır.



Okuyucularımız daha iyi anlasınlar diye bu durumu ÖSS’de çocuklarımıza bu yıl sorulan bir örnekle aktarmak istiyorum:



ÖSS 1993 SORUSU:



Aşağıdaki cümlelerin hangisinde yazım yanlışı vardır?



A) Aradığın bilgiyi ansiklopedinin 6’ncı cildinde bulabilirsin.

B) Mektubuna “Sayın Başkan” diye başlayabilirsin.

C) Konser yarın akşam saat 20.30’a ertelenmiş.

D) 1975’te Liseyi, 1979’da Üniversiteyi bitirmiş.

E) 22 Mart Pazartesi günü göreve başlayacakmış.

(cevap: D)





2010 YGS SORUSU:



“1969 yılında Güzel Sanatlar Akademisini bitirdim. Resim yapmaya

I

karikatürist olarak başladım. Çizdiklerimi 10 liraya satardım Dolmuş,

II

Tel, Pardon gibi dergilere. İlk sergimi 1959 yılında Taksim meydanında

III IV

Açtım ve yalnızca üç tablo satarak yer kirasını ancak ödeyebildim.”

V

diyor usta ressam sanat yaşamının ilk yıllarını anlatırken.



Bu parçadaki altı çizili sözlerden hangisinin yazımı yanlıştır?



A) I. B) II. C) III. D)IV. E)V.



(cevap: D)

Örneğin 2010 YGS’de bir de baktık ki ÖSYM, kendisiyle çelişen yeni yazım kuralları icat etmiş. “1969 yılında Güzel Sanatlar Akademisini bitirdim.” cümlesindek altı çizili bölüm doğruymuş. Yahu on yıllardır özel ad niteliği taşımayan “özel lise, açık üniversite, özel ilkokul, spor akademisi, eğitim fakültesi, eğitim enstitüsü” gibi kavramlar küçük harfle yazılır diye öğrenip öğretmedik mi? Yoksa bunlar, TDK’nin istediği türden birer kurum ya da kuruluş adı değil midir?

Hattâ ÖSYM’nin kendisi bu konuyu 1993 ÖSS’de “1975’te Liseyi, 1979’da Üniversiteyi bitirmiş.” cümlesindeki altı çizili sözcükler nedeniyle yanlış yazım diye benimsememiş miydi? Doğru cevap olarak da 1993’te cevap anahtarında belirtilmemiş miydi bu seçenek? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?

Bu durum hepimizin ayıbıdır. Eğitim-öğretimdeki bu çelişki ve yanlışlar bir an önce giderilmelidir.

Şimdi daha önceki önerimizi yineleme zamanıdır: TDK, dile gönül vermiş kişi, kurum ve kuruluşlarla, bir araya gelip bundan sonraki yazım kurallarına son biçimini vermeli ve Yazım Kılavuzu’nun yeni baskısına gitmelidir.

Bu yazımızın birer örneğini TDK (Türk Dil Kurumu), MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) ve ÖSYM’ye göndermek suretiyle onlardan kamuoyunu ciddiyetlerine yakışır biçimde aydınlatacak samimi bir cevap bekleyeceğiz. Gelen her cevabı kamuoyuyla paylaşacağız.

Adana, 23 Nisan 2010 Cuma

27 Şubat, 2010

ROMANDA YEPYENİ BİR SOLUK:HEY ANDON

Nuri Sagaltici

Kartınızı Oluşturun SEVGİLİ DOSTUM SAYIN Seyit Burhanettin Akbaş'ın yazdığı Hey Andon adlı romanı yayınlandı.

23 Şubat, 2010

ÖZLEMLER ŞAİRİ SÜLEYMAN EL-İSA

Nuri Sagaltici

Kartınızı Oluşturun ÖZLEMLER ŞAİRİ: SÜLEYMAN EL-İSA Çocukluğum ve ilk gençliğim Samandağı’nda geçti. Çocukluğumdan beri burnumuzun dibinde duran ve akşamları berrak havalarda Lazkiye kentinin ışıklarını Çevlik tatil köyünden ışıl ışıl yanarken görürdüm. Suriye, hep bilinmez bir masal ve hayal dünyası gibi gelirdi bana. İçimde bir meraktı hep. Gerçi gidip gelen çok olmuştu oraya. Suriye’ye ilişkin kulaktan dolma pek çok bilgi vardı bende. Ama bizzat görmeyi hep istedim durdum. Çünkü herkes dünyaya kendi gözleriyle bakıyor; ben de kendi gözlerimle görmek istedim oraları. 47 yaşında ve ilk kez 25 Kasım 2009’da Suriye’ye gittim, oraları gördüm.Gerçekten ömrümde en anlamlı zaman dilimleriydi bunlar. Kimi kez hüzün dolu, kimi kez sevinç dolu anlar… * * * Halep’ten otogara gitmek için meydanda bana otelcinin tarif ettiği yere gidip taksi bekliyorum. Vızır vızır taksiler geçiyor ama hepsi dolu. Bu şehirde bizdeki gibi paralılar binmiyor ki taksiye. Herkes taksiye biniyor. Ulaşım öyle ucuz ki burada… Neyse yolcusu olan bir taksici gelip duruyor. Nereye gittiğimi soruyor. Otogara gittiğimi söyleyince hemen yanaşıp çantamı kaptığı gibi arka bagaja atıyor. Kaça götüreceğini soruyorum. -Malum bayram arefesi, 150 lira, diyor. İtiraz ediyorum: -Sana 100 lira vereyim, diyorum. Kabul etmiyor. Pazarlığa başlıyor: -125 olsun.Tam çantayı indiriyorum. -Hadi yüz liraya kabul diyor. Ben de hepten vazgeçiyorum. Söylenip gidiyor. Gülüyorum. Otogara gelince soruyor otobüs firmasının yazıhane görevlisi: -VİP mi adi mi?-o ne demek? -Halep-Şam VİP otobüs bilet ücretleri 280 lira, adi olanı 200 lira. Vip’e bilet alıyorum.Deri koltuklu, her sırada yalnızca üç koltuk var. Koltuk aralıkları gayet ferah. Şam’a giderken yanımda ve tek koltukta oturan bir bayan var orta yaşlı. Turist olduğumu tahmin ediyor. Tebessümle bakıyor bana arada. Çünkü kitap okuyorum arada ve bunu benimsediğini belli eder gibi bir hali var. Sohbete başlıyoruz otobüste onunla. Hemşire Şam’da. Eşi, yapı ustası ve eşi aslen Kilisli. Türkleri gerçekten çok sevdiğini sık sık vurguluyor. Otobüsümüz Hama’da mola verince kahve içmeye davet ediyor. Şaşırıyorum. Türkiye’de bile tek başına yolculuk eden bir bayan bunu yapmaya zor cesaret eder. Bu medeni cesareti hoşuma gidiyor. Ne kadar medeni bir tavır değil mi? Şam’a vardığımda bir otele atıyorum kendimi. Otelciye sorduğum ilk soru: -Burada fotoğraf sanatçılarının ya da edebiyatçıların derneği, lokali var mı? Tek kelimelik cevap veriyor: -Bilmiyorum.Bu cevabın beni üzmüş olabileceğini düşünüp ekliyor: -Bir gazeteci kalıyor otelimizde gelince ona soralım, belki bilir. Dışarı atıyorum kendimi. “Ya mal eş-Şam ya Allah ya mali…” türküsü geliyor aklıma. Bol dansözlü, eğlenceli, darbukalı, kemanlı, mevval (uzun hava) müzikleri geliyor aklıma Arap sanatının. Semira Tevfik, Fairouz, Ali Dik, Ferid-ül Atraş gibi pek çok Arap müzisyen, sanatçı. Fakat bir tane yazar veya şair aklıma gelmiyor. Ne garip… Akşam görüşüp tanışamadık o gazeteciyle. Yorgunluktan sızıp kalmışım zaten. Sabah uyandığımda hazırlanıp lobiye indim. Keyifle sigara tüttürmüş kahvesini içiyordu bir adam. Ona ve otelciye : -Günaydın, dedim. -Günaydın, dediler. Otelci sevinçle: -Gel komşum gel… İşte gazeteci dostum dediğim bu, dedi. Tanıştırdı ikimizi.Gazeteci edebiyatçı olduğumu duyunca, sevinçle gözleri parladı: - Bugün seni ‘Suriye’nin yaşayan efsanesi’ sayılan bir şairiyle tanıştırayım o zaman. İster misin?” dedi. Saat 11’de şairi aradı: - Büyük bir sevinçle bizi saat 17.30’da evine bekliyor, demez mi? Sevinçten boynuna sarılacaktım. Fakat bir sorun vardı beni üzen. Evet, o bana kendi dilinden ve edebiyatından, hatta bizdeki ünlülerden belki çok şey anlatacak; ama ben ne onun hakkında ne de öteki Arap şair ve yazarları hakkında tek kelime bilmiyordum. Çok ayıp olmayacak mı bana bununla ilgili sorular sorarsa? Sahi bize Dokuz Eylül Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde neden Arap edebiyatı hakkında hiçbir bilgi verilmedi? Buna takmıştım kafayı o an. Oysa biz üniversitede Batı edebiyatını Yunan, Rus, Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan, İspanyol, Amerikan edebiyatlarıyla birlikte satır satır öğrettiler. Ama doğu edebiyatı ve özellikle burnumuzun dibindeki Arap edebiyatı neden öğretilmedi? Taksimiz bir sokağa dalıyor ve gazeteci dostum: -Geldik, müjdesini veriyor bana. İçimde karmakarışık duygular, heyecan, telaş, şaşkınlık… Apartmanın giriş kapısından içeri giriyoruz. Elimde şairimize aldığım hediye paketleri ve Söz Sanatları adlı kitabım. Zile basıyoruz. Eşinin sesi…Kapı aralanıyor. Son derece sıcak bir karşılama… İçeriye, salona alıyor bizi. Üstat orada bekliyor bizi. Selamlaşıyoruz, elini öpüyorum. 89 yaşında bir dev çınar ağacı. Hala yüreğinde dipdiri bir çocuk içtenliği. Bana Nazım Hikmet’in Bursa Hapishanesi’ndeyken, hakkında idam kararı verildiğinde, kendisi morale muhtaçken eşine yazdığı “KARIMA MEKTUP adlı şiirinde gördüğüm ve karısını teselli eden o umutlu insanın ruh hali geliyor aklıma. Karısına:”Daima iyi şeyler düşünmeli bir mahpusun karısı.” diye umut ve moral aşılayan Nazım’ı hatırladım Süleyman El-İsa'yı görünce. Ömrünün sonlarında bile daima pırıl pırıl bir yürek… Bu ölümsüz yüreğin adı Süleyman El-İsa. -Memleketimden geldiniz hoş geldiniz, diyerek başlıyor söze. Memleketim öyle sıcak, öyle güzel ki insanlarıyla!.. Şaşırıyorum. -Aslen Nerelisiniz üstadım? -Ben Antakya’ya bağlı 20 hanelik Nahırlı köyündenim, diyor. Şaşkınlığım ve sevincim birbirine karışıyor gerçekten. Çünkü bu köyle benim köyümün arasında yalnızca Yeşilyazı köyü var. Komşu köydenmişiz. Bunu anlatıyorum ona. O da inanamıyor. Sevinci katlanarak büyüyor, gözlerinden belli. Hangi köy olduğunu soruyor. -Sutaşı, eski adıyla sabuni mutaayran diyorum. 1921 yılında doğduğunu, babası şeyh Ahmet’in yörenin alimlerinden ve ilk öğretmenlerinden olduğunu anlatıyor. Evleri iki katlıymış ve bir katını ev sakinlerinin kullandığını, öbür katın da okul ve kütüphane olarak kullanıldığını belirtiyor. İlk okuma yazma derslerini babasından aldığını, babasının birçok kişiye okur-yazarlık öğrettiğini ekliyor. Okuma yazmayı söker sökmez Kâbe kapısına asılan kasidelerle ve Ömer Hayyam’ın rubaileriyle beslendiğini ısrarla vurguluyor. İlkokulu Affan’da okuduğunu ve okula başladığında öğretmeni ve okul müdürü tarafından birikimi ve zekası göz önünde tutularak onun doğrudan dördüncü sınıfa aktarıldığını belirtiyor. İlk şiirlerini 9 yaşında, evinin önündeki koca gövdeli dut ağacının altında yazdığını, bu şiirlerini okulunda öğretmenlerin isteği üzerine bütün arkadaşlarının önünde okuduğunu ve şair olarak ününün ilkin Antakya’da duyulduğunu aktarıyor bizlere. Şaşkınlıkla ve hayranlıkla dinliyorum Şair Süleyman İsa’yı. Ağzından bal akıyor adeta. Anlatırken o kadar güzel bir diksiyonu var ve o kadar güzel konuşuyor ki Arapçayı hayran olmamak mümkün değil. Bir tek harfi yutmadan, pürüzsüz ve yumuşak bir sesle… Ona herkesin “Şair-i Sağir (Küçük Şair)” diye seslendiğini ballandıra ballandıra anlatıyor. Anlatırken adeta o günleri yaşıyor. Bu nasıl bir hafızadır ki hiçbir ayrıntıyı atlamadan yürüyor şaşırıyorum. Sınıf arkadaşlarını, öğretmenlerini sayıyor tek tek. Asi Nehri’nde keyifle yüzdüğü günleri, Fransızların Hatay’ı işgalini ve Fransızlara karşı katıldığı ilk kurtuluş mücadelelerini, Fransızların onu hapse atışlarını, sürgüne göndermelerini…Halep’te çektiği sıkıntılar, liseyi okuyuşu, Irak Hükümetinin burs yardımıyla Bağdat Üniversitesi’nde Arap Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünde okuyuşunu, öğretmenlik yıllarını, Talim ve Terbiye Bakanlığı dönemindeki devrimci ve çağdaş atılım projelerini… Diyor ki: -Hayatımda hep insanı önemsedim. Yalnızca insanı. Ben şairim, şair gibi düşündüm ve şair gibi yaşadım. Ülkemi ve insanları karşılıksız sevdim. Gözüm hemen evin batısındaki köşede duran büstüne takılıyor. -Bu ne üstat, diyorum. Keyifle anlatıyor. - Benimle yapılan bir röportaj nedeniyle gazetenin birinde bir fotoğrafım çıkmıştı. Şiirlerime hayranlık duyan bir heykeltıraş ondan esinlenerek bu büstümü yapıp bana hediye etmek ve benimle tanışmak istediğini mektupla bildirdi. Onun hediyesi. Fotoğraf makinemi aldım önce o büstün fotoğrafını çektim tabii. Sonra duvarda asılı olan ve dikkat çekici kendi fotoğraflarına yöneldim. Beni keyifle izliyor. Gençlik yıllarında eşiyle çektirdiği bir fotoğrafın da fotoğrafını çektim. İnsanı zamanın nasıl değiştirdiğini anlatan bir fotoğraf bu… Gazeteci dostum benim de şiirle uğraştığımı söyleyince bana: - Bir şiirinizi lütfedip bize okur musunuz?” dedi. Ona yanımda götürdüğüm ve sonradan imzalayp verdiğim “Söz Sanatları” adlı kitabımda yer alan “Tanrı’nın Yazdığı Şiirsin Sen” adlı şiirimi okudum. Yanımdaki gazeteci arkadaşım Arapçaya çevirmeme yardımcı oluyordu. Süleyman İsa da biraz Türkçe anlıyordu. Daha şiirin birinci bölümü bitmişti ki : -Yeter, dedi şair. İkimiz de şaşırmıştık. Gazeteci itiraz edecek oldu: -Üstat, şiiri bitirmemize izin verir misiniz, diyecek oldu. Şiir dehası, cevabını hemen yapıştırdı: -Evladım, şiir kumaş gibidir; dokunulunca kendini belli eder! Gayet güzel., dedi. Türkiye’yle ilgili çocukluk anılarını bize keyifle anlattı. Antakya, Samandağ ve Aknehir köyüne duyduğu özlemi… Suriye Kültür Bakanlığı, 1964’te onun dört kitabını bastırınca ona yüklü bir para ödemiş ve şair, bu parayı aynı yıl, bitip tükenmeyen sevdası ve özlemi uğruna, Türkiye gezisinde harcamayı düşünmüştür. Eşiyle ve çocuklarıyla Türkiye’ye o yıllarda yaptığı bu gezi onun ilk ve son gelişidir. Bu gezisinde Hatay, Mersin, Ankara ve İstanbul’u gezmiştir. Bu gezisinde yalnızca köyüne ve Antakya’ya duyduğu özlemi değil, Atatürk’e ve Türkiye’ye duyduğu özlemi ve sevgiyi şiirsel bir dille aktarmıştır. (Bu gezi yazısını, kısa hayat hikayesini ve 87 yapıtının bibliyografik çalışmasını El-Hanin -ÖZLEMLER- kitabından Türkçeye aktarıp değişik yayın organlarında ve kendi sitemde yayınladım. Bu gezi yazısının aslında başlığı olmamasına rağmen hem şairi yakından tanıma fırsatı bulduğum hem de satır aralarına sinmiş Türkiye sevgisini yazılarında gördüğüm için çevirdiğim gezi yazısına “Bir Özlemdir Türkiye Bağrımda Yanan” başlığını kullandım. Onu sanırım Türk okuyucusuna ancak böyle anlatabilirdim. ) Onunla bol bol fotoğraflar çektirdik. -Türk edebiyatından tanıdığınız, dost olduğunuz, okuduğunuz sanatçılar var mı, dedim. Gülerek dedi ki: -Olmaz olur mu? Nazım Hikmet hayranıyım ben. Onunla 1957 Dünya Barış Konferansına Moskova’ya gittiğimde, evine birkaç Türk şairiyle birlikte gidip orada tanıştım. Nazım Hikmet, sadece Türkiye’nin değil bütün dünya edebiyatının en büyük şairlerinden biri. Onu tanımayan yok sanırım. Evine gittiğimizde şiirlerinden tanıdığım o yırtıcı kaplan, kolu kanadı kırılmış miskin, mazlum bir çocuk gibi durulmuş, sakinleşmişti. Onu bayağı hırpalanmış ve küskün gördüm. Bu beni en çok yaralayan manzara olmuştur. Nazım hikmet için söylediği bu sözler, beni de yaraladı. Bir suçlu edasıyla vicdanımı rahatlatmak ister gibi itiraf pozisyonuna girdim dedim ki: -Üstat, onu Moskova’ya gidene kadar ona cehennem azabı yaşatmıştık zaten. Hapisler, takipler, suikast girişimlerimiz onu yıpratmıştı. -Biliyorum, dedi. Fransızlar Hatay’ı işgal edince bana da aynı şeyleri yaptı. Beni hapislere attılar, memleketimden ettiler. Kaderimiz aynı, bu yüzden Nazım’ı çok sevdim belki de, dedi. Ama Nazım Hikmet’in Pierre Loti’ye hakaret ettiği şiirini de Nazım’la tartıştım orada. Ona dedim ki üstat, felsefi düşüncelerimiz seninle aynı olsa da Pierre Loti konusunda sana katılmıyorum. O, büyük bir sanatçı. Güzel İstanbul’u eserlerinde anlatmıştır. İstanbul’un güzelliklerini anlatmasına kızmaya hakkınız yok kanımca. Güzellik, yalnızca yoksul ve emekçi insanlarla sınırlanmamalıdır. Bu eleştirimi büyük bir olgunluk ve saygıyla karşıladı Nazım. Aziz Nesin’le Yeni Delhi’de tanıştık, sohbet ettik. Birikimli, saygın bir yazar o da. Araya girip tekrar sordum: -1957’deki bu buluşmada dünyaca ünlü şairlerden kimler vardı ve kimlerle tanıştınız? Düşündü, eşi de yardımcı olmaya çalışıyordu ona. Hafızasını yokladı: -Pablo Neruda vardı, Sartre vardı bir de adını şu an anımsayamadığım sürgüne gönderilen ünlü bir Rus şairi vardı… Tarihin canlı bir tanığı vardı karşımda. Ağzından çıkacak her kelime benim için çok önemliydi. Adım adım konuşmalarını takip ediyordum. Bu konuşmalarının önemini bildiğim için bu görüşmemizi kameraya da kaydediyordum tabii. İlerde bu belgeleri kamuoyuyla paylaşacağımı sanıyorum. Ayrılmadan önce bir şiirini okumasını rica ediyoruz. Bizi kırmıyor. Antakya ve köy özlemini anlatan “Kalıcıyız Antakya’da” adlı şiirini okuyor bizlere tatlı tatlı. Şiiri okurken sanki farklı bir güç kazanıyor şair. Yüreğinin derinliklerine ve anılarına bütün gücüyle sarılıyor. Bu şiirini metnin aslından fazla uzaklaşmadan ve şairi tahlil edebildiğim kadarıyla, onun hislerinden ilham alarak kendi çevirimle aktarayım sizlere : ANTAKYA’DA KALICIYIZ (Bu şiir, Antakya’ya son ziyareti nedeniyle, Çağdaş-Klasik Resim Sanatçıları Birliği Başkanı Hemşerim Dr. Haydar Yazıcı Bey’e ithaf edilmiştir.) Yükseklere seriver hayalini, serpiştir ovalara Seriver, serpiştir yeşil, yemyeşil Antakya’ya Sevenlerimiz el ele kursunlar düğün dernek Salıversin sevgi çiçeklerini o güzel yurduma Papatya yanaklarına kazınmış özümü sarsıver Antakya’nın, Selam söyle Antakya’nın söğüt ağaçlarına Hayallerini seriver eski köprünün üzerine Duyguların boşalıp doruğa çıktığı anlarda Umutlu adımlarımızın andında rahat uyuyan evlere seriver düşlerini Ey dostum, ey vatana göklerin ve yeryüzünün renklerini armağan eden fırça. Ey benim toprağıma özlem duyan olgun çocuk Antakya’dasın, Antakya… Sen tarihi efsanesin ey coşkulu kent Tarih Antakya’dır bende ve Antakya tarihtir aslında . Dostum, az uğrayıver bizim köyümüze de; Özüm, çocukluğum, şiirlerimi göreceksin yanı başında. Biraz da Asi’ye sapıver kanımda akan Oradadır evim, uzanmıştır asi de bir yanında Bir soluklan gölgesinde yeşil dut ağacının Şairin sırdaşı olan kasideleri, sor o ağaca Şiirlerimin nabız atışında vardır o, her zaman Resmet, resmet gölgesini bile o sevdalı fırçanla. Sevdiklerine, sevdiklerime selamlarımı ilet ey dost Çam ağaçları gibi köklüdür onlar, o çamlar gibi, yüksek yamaçlarda Şaire bize ayırdığı zaman, gösterdiği ilgi ve sevgi için yürekten teşekkür ediyoruz. Ayrılık vakti geldi. Ama şair hâlâ bizimle Türkiye’yi, Hatay’ı, köyünü ve çocukluğunu konuşmak ister gibi bakıyor. Tadı damağında kalmış bir çocuk oyunundan engellenmiş gibi bakıyor bizlere. Bayağı yorduğumuzu düşündük. Bana ayrılırken video kayıtlarına geçmesini istediği birkaç sözünü aktarmak istiyorum: -Sayın Nuri Sağaltıcı, eski adıyla Süveydiye, yeni adıyla Samandağ olan doğup büyüdüğüm ilçeye, köyüme ve koparıldığım asıl memleketim olan Türkiye’ye beni ikinci kez götürdünüz. Çocukluğumu, çocukluğumun anılarına beni götürdünüz. Gür akan Asi Nehrinde yüzdüğüm günlere, altında ilk şiirlerimi yazdığım o kocaman dut ağacına gidip geldim sayenizde. Bana bu güzellikleri armağan ettiğiniz için size minnettarım. Nuri Sağaltıcı, seçkin ve büyük bir şair yüreğine sahip insandır. Memleketime selam söyleyin Nuri Bey, sevdiklerime selamlarımı, özlemlerimi iletin. Allah’a emanet olun. Evden ayrılırken böyle güzel insanları üniversitede bize neden tanıtmadıklarını düşündüm kendi kendime. Daha önce tanımadığım için aradan boşa geçen zamana üzüldüm. Bir de “Neden İstanbul’u seven bir Pierre Loti’nin İstanbul’un her yerinde onu hatırlatacak mekanları (sokak adları, cadde adları, apartman adları, kahvehane adları) var da Süleyman İsa’nın neden ömrününü dolduracak kadar büyük bir sevgiyle bağlandığı ülkemizde ve Hatay’da böyle mekanları yok?” dedim. Bu büyük şairi,bu büyük sevda adamını tanıtmak, onun ülkesinde gördüğüm dostluğu ve sıcaklığı dürüstçe anlatmak boynumun borcu olsun. Sana Yüreğimin derinliklerinden binlerce saygı ve selam olsun Ey büyük şair Süleyman El İsa. Sana kucak dolusu Hatay sevgisi ey “Şair-el Sağir”! Seninle ve her zaman genç olan yüreğinle hep gurur duyacağız Antakya’nın “Küçük Şair”i ve dünyanın en büyük şairi!